Sebep birden fazla olunca Foçalı balıkçıların derya denizin dibinde buldukları Koşan Atlet Heykeli üzerinde çalışmaya başladım. Daha işin başında kendimi ilginç ve gerçek bir hikayenin içinde buldum.
Çalışma sandığımdan daha uzun sürdü. Tamamlandıktan sonra gördüm ki hikayenin her yerinde ve her adımında hep bir kişinin var olduğu ortaya çıkıyordu. O bakımdan yaşanmış bu hikâyeye, Hüseyin Kaptan’dan (Hüseyin Dağlı) başlamak doğru olacaktı. Ben de öyle yaptım.
Mübadil Oğlu Hüseyin Dağlı
Hüseyin Dağlı, ailenin 6 çocuğundan biri olarak 1929 yılında Foça’da doğdu. Baba Ahmet Fazlı ve anne Şefika, Limni Adası’ndan gelmişlerdi. Foça İsmetpaşa Mahallesi’nde Rumlardan kalan taş evlerden birine yerleştirilmişlerdi. Marangozluk yapan babası Ahmet, evlatlarına marangozluk mesleğini öğretemeden erken yaşlarda ölünce, bankada çalışan Niyazi bey ile ev kadını olan kız kardeşleri Ayşe hanım hariç, Mustafa, Halim, Kaya, Hüseyin Dağlı kardeşler o yıllarda kendileri için Foça’da tek geçim kaynağı olan balıkçılık işine girdiler. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra uzun yıllar Giritli Hasan Reis’in iki trolünden biri olan Zehra’da çalıştılar. Diğerinin ismi Büyük Uğurlu’ydu. Hüseyin Dağlı balıkçılığa başladığında yaşı henüz 15’indeydi.
Hasan Reis ise, okkalı, oturaklı, akıllı, bilge ve çalışkan bir kaptandı. Yanında çalıştırdığı tayfanın her birini evladı gibi yetiştirirdi. Üç kardeşten biri olan Hüseyin Dağlı’ya da el vermişti. Tayfasına, balıkçılığın yanı sıra, Ege ve Akdeniz’de olup biten tarihi olayları, yaşanmışlıkları, savaşları, korsanlığı ve denizin derinliklerinin akıl almaz gizemini hazinelere ev sahipliği yaptığını anlatmaktan, öğretmekten haz duyardı. Hele hele ağalara takılan tarihi nesnelere rastlamanın her zaman mümkün olduğunu söyler ve ilaveten, “Bunlar bir balıkçıyı mutlu eden sıra dışı olaylardır. Buluntuları devlet mercilerine, ilgili makamlarına teslim etmek ise vatani görevdir” derdi. Bu türden önem arz eden nesnelere eski çağlarda sahillerde kurulmuş Antik kentlerin açık denizlerinde çok rastlandığını, hatta Yenifoça’nın hemen kuzeyinde bulunan Kyme Antik kenti açıklarında, içinde altından yapılmış Nemrut Kralı’nın heykeli ve yine altından yapılmış iki atlı faytonun bulunduğu bir geminin battığını ve bunu da eski balıkçılardan duyduğunu anlatırmış.
Yazları Foça ve civarında, kışları Antalya, İskenderun’da olmak üzere yıl boyu balıkçılık yaparlardı. Özellikle Foça’dan Antalya’ya giderken ya da dönerken, şimdiki Kuşadası’nın, Bodrum’un adının sanının duyulmadığı küçücük köyler olduklarına tanıklık etmişlerdi. Bugün Kuşadası’nın en büyüklerinden olan El Birlik Turizm o yıllarda benzin satan bir istasyondan ibaretti. Gidip gelirken buradan hep mazot alırlarmış. Bodrum o yıllarda öylesine bir mahrumiyet bölgesi ki, Kuşadası’ndan bazı ahbaplarına sipariş üzerine ihtiyaç malzemeleri götürürlerdi. Bodrum’da bizzat Cevat Şakir Kabaağaç’ı kaç kere gördüğünü hatırlamıyordu. Bodrum Kalesi’ni tek başına Cevat Şakir’in (Halikarnas Balıkçısı) yazıları ile talandan kurtardığını bilenlerdendi. Bodrum’da evler yapılırken ihtiyaç duydukları taşları kalenin duvarlarını söküp götürenlere karşı başlattığı mücadele ile kalenin varlığını tek başına koruduğunu defalarca Hasan Kaptan’dan duymuştu. Günler ayları, aylar yılları kovaladı ve Hasan Kaptan Zehra adlı trolü Reha Midilli ve Ali Yaman’a satınca üç kardeş Zehra’da çalışmayı bıraktılar 1964 yılında, bu defa Mustafa’nın da iştirak etmesiyle birlikte dört kardeş ortak olup “Kuşat isimli trolü satın aldılar. Kuşat, Yunanistan’da yapılmış ve Türk Kara Suları’nda kaçak balık avlarken yakalanmış, ihale ile satılmıştı. Kardeşlerden Mustafa 1972’de ortaklıktan ayrıldı. 18 yılı aşkın çalıştırdıkları Kuşat ile kış aylarında balıkçılık yaptılar. Yaz ayların da ise tur hizmeti verdiler. Hatta kimi zaman, Sazlıca Koyuna, Mordoğan ve Karaburun’a günübirlik, kimi zaman Dikili, Bademli’ye Kalem ve Georgio adalarına 2-3 günlük turlar yaparlardı. Bu konuda daha da derinlere inildiğinde, sonraki yıllarda Bodrum ve Marmaris ’de başlayan ve zamanla da gelişen mavi turların çıkış noktasının Foça olduğu görülür. Her zaman söyler ve yazarım. Türkiye’de turizm yokken, Foça’da vardı. Şimdi ise bu çalışmada da gördüm ki, mavi turlar emsallerinden yaklaşık 10 sene önce Foça’da başlamış. Her şey yolunda giderken, öküz öldü ortaklık bozuldu ve “Kuşat” satılınca Dağlı kardeşlerin her biri kendi yoluna gitti.
Bir Başka Deniz Kurdu “Kara Necati (Beytorun)”
Hüseyin Dağlı’nın kaderi kendisi gibi Foçalı olan ve sahibi olduğu “Yavaş Kaptan Trolü” ile balıkçılık yapan Necati Kara’dan gelen çalışma teklifini kabul etmesiyle beraber yavaş yavaş değişecekti. Ağırlıklı olarak ustası Hasan Reis’in söylemleri ve öğrettikleri doğrultusunda Necati Kara’nın da kabul etmesiyle Antik Kent Kyme açıklarında balık avlıyorlardı. Bir gün Taş Dağı’ndan, Tavşan Adası’na doğru attıkları ağlara takılan balıkları alırken, yuvarlak biçimde kömürleşmiş metal külçesi gibi bir cismin takıldığını fark etti. Her neyse o, hiç bozuntuya vermeden, oldukça ağır da olmasına rağmen tek başına kucakladı ve şimdiki Bedesten’in yerinde bulunan ören durumdaki Tuz Depoları’nın içine koydu. Birkaç gün sonra eline aldığı ağır çekiçle külçeye vurmaya başladı. Deniz dibinde kabuk tutmuş, kömürleşmiş külçe bir müddet sonra parçalandığında, orta kısmında dağılmamış, top halinde kalın bir zincir kitlesine ulaştı. Zincirin üstünü orada bulduğu eski bir çul ile örttü. Kenara çekilip ne olabileceğini düşünmeye başladığında Hasan Kaptan’ın sözlerini anımsadı ve içinden “Bu, batan bir geminin zinciri olmalı. Aksi taktirde denize düşen ya da atılan zincir böyle top gibi külçe olarak durmazdı” diye düşündü. O andan itibaren bu düşünce kafasını kemirmeye başladı. Bu zincirin, altından yapılmış Nemrut kralının ve iki atlı bir faytonun heykelini taşırken batan geminin zinciri olduğu olasılığına inanmak istiyordu. Hüseyin Kaptan için o andan itibaren zaman geçmiyor, günler, aylar bitmiyordu. Kimse ile paylaşmadığı sırrını içine gömdü. Ne zaman balığa çıksa rota hep Kuzey olsun istiyordu. Külçeyi buldukları kerterizi de kafasına iyice yazmıştı. O ana kadar hiçbir şeyin farkında bile olmayan Necati Kara da her defasında itiraz etmiyor “peki” diyordu. 1970’li yılların ortalarına doğru kerterizin üzerinden yol alırken ağları denize saldılar. Bir müddet sonra trol aniden durur gibi oldu, motorun sesi değişti. Bir iki dakika zorlandıktan sonra tekne rahatlamış ve yeniden yol almaya başlamıştı. Hüseyin Kaptan’ın yüzünde sıcak bir tebessüm tatlı bir sevinç belirdi ama Necati Kaptan’a çaktırmamak için yüzünü kaçırmaya çalıştı. “Hadi” dedi Necati Kaptan, “Çabuk ağları toplayalım, aşağıda bir garip şeyler oldu.” Çok geçmedi ağı tekneye çektiklerinde balıkların arasında heykelden kopup gelen tek bir bronz kol vardı. Kolun, vücuttan biraz önce koptuğundan emindiler. Zira, her tarafı fosilleşmiş kömürleşmiş ve deniz kabuğu ile kaplıyken, kopan kısım ayna gibi parlıyordu. Buna rağmen Hüseyin Kaptan kolun bir avuç kadar bölümünü kazıdı, temizledi. Bronz olduğuna kanaat getirince “Necati altın değil, bronz” dedi.
Yavaş Kaptan Trolü Foça’ya doğru yol alırken Hüseyin Kaptan sevinçten yerinde duramıyor duygularını belli etmemek için dudaklarını ısırıyordu. Aslında haklıydı. Uzun zamandır hayalini kurduğu, peşinde olduğu hedefe iyice yaklaşmışı. Tekne limana yanaşınca ilk işleri kolu yetkililere teslim etmek oldu. Kısa bir süre sonra her biri üç bin lira ikramiye aldılar.
Takriben on yıl sonra, bu sefer yine Necati Beytorun’a ait “Yekta Kaptan” teknesiyle yabancı bir firma olan M. S. Technology Ltd. Şirketi yetkilileri Kaptanı birlikte çalışmaya ikna ettiler. Böylece kolun bulunduğu bölgede, bir hafta kadar özel radarlarla deniz dibi taraması yaptılar. Bol miktarda fotoğraf çektiler. Her nerede ne gördülerse ya da resimledilerse tamamını koordinatlara işlediler. Necati Kara’ya da emeğinin karşılığını ödedikten sonra bölgeden ayrıldılar.
Hedefe Bir Adım Kala
Bu arada Hüseyin Kaptan ise, Bahri Kaptanın (Dinner) sahibi olduğu “Üç Kardeşler” isimli trolde işe başladı. Bir müddet birlikte çalıştılar. Bu sırada kendisini hedefe biraz daha yaklaştıran ve büyük bir macera yaşatan Koşan Atlet Heykeli’ni gün yüzüne çıkardılar.
Bu bakımdan Bahri kaptanı bulmak o gün yaşananları kendi ağzından dinlemek, resmin bütününü görmek için yapbozun en önemli parçasının yerine oturması demekti.
Bahri Kaptanı bulmam zor olmadı. Bahri Kaptana akrabalık bağı olan, benim de çok iyi tanıdığım Ahmet Civelek’i (Beta Ahmet’i) aradım. Durumu anlattım. Kaptanla konuşmak istiyorum dedim. Sağ olsun, hemen aynı günün akşamı ikimizi bir araya getirdi. Kaptan, evine buyur etti. İsteğe icabet ettim. İçten ve samimi davranışlarıyla karşıladılar. Kaptan, eşi Hatice hanım, Ahmet Civelek ve eşi Nazmiye hanım da oradaydılar. Bilinen hal, hatır, sormak ve izzeti ikramdan sonra, önceden hazırladığım çantamdaki Koşan Atlet Heykeli’nin resmini çıkardım ve gösterdim. “Bunu tanıyor musun Kaptanım” dedim.
Öyle tatlı bir gülüş attı ki, sanırsın kaç yıldır bu soruyu beklermiş gibiydi. Yüzünde bir hoş tebessüm belirdi. “Tanımaz olur muyum, tek kollu heykel, bak şu parmağıyla ağıma takıldı. (Resimdeki parmağı gösteriyor) dedi ve devam etti. Çıkarttığımız da bir kolu vardı. Ağa takılan parmak sayesinde yukarı çekebildik. Çok ağırdı. Diğer kolu koptu aşağıda kaldı. Diğer kol deniz dibi çamuruna saplanmış ve sırt üstü yatıyor olmalıydı. Kim bilir diğer kol aşağıda nereye takılıydı. Ya da üzerinde başka bir ağırlık vardı ve yahut bir yere bağlıydı. Bu ve benzer sebeplerden dolayı gövde ile birlikte gelmedi. Aksi olsaydı, diğer kolun da kolayca ana gövde ile birlikte gelmesi gerekirdi.
Peki Kaptanım, o gün kimlerle ve ne zaman denize çıktın. Nerelere doğru seyir ettin. Neler yaşadın? Nasıl buldun? Bulunca ne yaptın? O günü anlatır mısın?
Kaptan; o gün bana ait olan “Büyük Üç Kardeşler” adlı trolde oğlum Tuğrul vardı. Tuğrul, 15-16 yaşlarındaydı.
Sadece o gün için yardımcı olsun diye, Balıkçı Hasan Günay’ı da almıştım. Hasan Kaptan, Yenifoça’ya yerleştirilmiş Arnavut mübadili çiftin sekiz çocuğundan birisiydi. Evlendikten sonra Foça’ya yerleşen Hasan, tarım, tütün, sebze işleriyle uğraşarak geçimini sağlıyordu. Sonraki yıllarda Foça’da açılmış Fransız Tatil Köyü’nde emekli oluncaya kadar çalışmıştı. Bu arada balıkçılık işine de giren Hasan Kaptan çalışkan bir arkadaşımızdı
O güzel günde bir de Hüseyin Dağlı vardı. Hüseyin Dağlı ile zaten birlikte çalışıyorduk. Ömrü denizlerde geçti. Hüseyin, işinde iyi olan tecrübeli bir kaptandı.
Büyük Günün İlk Saatleri Taş Dağından, Tavşan Adasına..
1979 yılının Eylül ayı başlarıydı. Küçük Deniz’den saat 9:00 sıralarında çıktık. Hüseyin’e sordum, “hangi tarafa gidelim?” diye.
Hiç tereddüt etmeden “Nemrut’a doğru” dedi. Bunun üzerine Aliağa istikametine vira yaptık. Taş Dağı’ndan, Tavşan Adası’na doğru ağlarımızı attık. Biz önde ağlar arkadan gidiyorduk. Bir müddet sonra trol sanki bir yere saplanmış gibi yavaşladı ve bu durum motoru zorlamaya başladı. Hatta trol durur gibi oldu. Şaşkınlıkla arkaya doğru koştum. Hüseyin hariç diğer oğlum ve Hasan da telaşlıydı. Hüseyin ise son derece rahat tavırlar sergiliyor, durumdan memnun olmuşçasına gülüyordu. Bu duruma sinirlendim. Dedim “Hayır ola Hüseyin, trol batıyor sen gülüyorsun” Hüseyin; “Hadi kaptan yürü işine sonra anlatırım” diyor ve neşesini bozmuyordu. Bir müddet sonra trolün motoru rahatladı, yeniden yol almaya başladı ama hızı düşmüştü.
“Eyvah ağlara bir şey takıldı, inşallah aksi bir şey yoktur” diye içimden dua ettim. Trolu en kısa zamanda daha önceden sığ olduğunu bildiğim bir limana sürdüm. Sığ yerde, ağ aşağıdaki kumla temas edince, motorun sesi normale döndü. Hemen denize atladım. Ağları kontrol ettim. Balık çoktu. Ama ağa bir cisim takılmıştı. O an biraz korku, biraz telaş sardı beni. Ağı acele yukarı çektik. Heykele benzeyen cismi ağdan çıkardığımızda gördük ki, kolun biri yok ve yeni kopmuş. Heykelin her tarafı deniz kabuğu (Dragana), cüruf ile kaplıyken, kopan yer parlıyordu. Balıkları bir tarafa heykeli bir tarafa ayrıştırdık. Kıyı koruma bu halde görse bizi yanmıştık. Nerden buldun, niye haber vermedin, gibi suçlamalara maruz kalabilir, Allah göstermesin teknemiz de bağlanır, biz de hapsi boylardık. En kısa zamanda Foça’ya dönmeliyiz ve ilgililere teslim etmek zorundayız dedik. Ne olur ne olmaz düşüncesiyle heykeli 100 kulaç bir ipe, ipin diğer ucuna da bir duba bağladım. Ola ya, yolda Kıyı Koruma karşımıza çıkarsa, atacaktım heykeli denize.
Bu arada heykele bakan Hüseyin hiç şaşırmamış gibi duruyordu. Ağzını bıçak açmıyor hiçbir şey söylemiyor, “ben biliyordum zaten” edasıyla bir oraya bir buraya dolanıyordu. Davranışlarına hiçbir anlam vermiyordum. Her sorumun cevabı “anlatırım sonra” oluyordu. Hiçbir zaman da bildiğini de anlatmadı. Vakit kaybetmeden Foça’ya gidelim diye hemen yola koyulduk. Neyse ki kimselere denk gelmedik. Saat 11.00 sıralarına Küçük Deniz’deki bankanın önüne trolü yanaştırdık. En kısa sürede Kaymakama ve Jandarma Komutanına haber verdik. Halk ne de çabuk duymuştu. Daha yetkililer gelmeden halk, yerde yatan heykelin başında toplandı. Fotoğrafçı olan ve aynı zamanda muhabirlik yapan Bayram Öztopraktan da haber için iş başındaydı. Ayrıca herkes heykelin başına yanaşmış resim çektiriyordu. Kaymakamlığa başvurduk. İzmir’e müzeye haber verildi. Bir müddet sonra Belediye Başkanı Reha Midilli geldi, inceledi, bilgi aldı, tebrik etti ve gitti. O gün ”Koşan Heykel” Foça Mal Müdürlüğü’ne teslim edildi. Ertesi gün müzeden gelen, içinde şimdi Prof. Dr. Ersin Doğer’in de olduğu arkeologlar tutanakla teslim aldılar.
Ege Üniversitesi ve Müze Yetkilileri
Bu olaydan sonra başta Ege Üniversitesi ve Arkeoloji Müze yetkilileri peşimi uzun süre bırakmadı. “Nerede buldun? Kerterizi bize göster. Şayet 3 milin içinde yasak alanda bulduysan bile mahsuru yok, yeter ki söyle dediler. O hususta da sana Piri Reis gemisini tahsis eder, önü ve arkası açık silindir şeklinde özel bir ağ yaparız. Böylece yasak bölgedeki balıklar ağın önünden girer arkasından çıkar. Bu iş için hem finansman, hem ekip, hem de her türlü imkânı sağlarız” deyip durdular. Ama ben her defasında “nerede ağıma denk geldiğini, nerede takıldığını bilmediğimi “söyledim.
Takriben bir yıl sonra bizim için İzmir’de Ziraat Bankası Konak şubesine Bir Milyon Lira yatırdıklarını haber verdiler. İzmir’e gittik parayı hesaptan çektik. Aramızda bölüştük. Hemen hemen herkese o gün için bir daire parası düştü. Oradan gelen para ile zaten yapmakta olduğum evimi kolayca bitirdim. Parayı alıp bölüştükten sonra Hüseyin Kaptana; “senin heykelle ilgili olarak sonra anlatırım dediğin neydi” diye son kez bir kere daha sordum. Her zaman ki gibi “sonra anlatırım” diye kesti attı. Hiçbir zamanda anlatmadı.
Bahri Kaptan doğru söylüyordu. Hatta daha sonraki yıllarda özellikle 1988 – 89 yıllarında işletmekte olduğum otelimde kalan Norveçli turistleri haftada en az iki sefer Siren Kayalarına götürdüğümüz ve tüm gün beraber çalıştığımız dönemde, çok sıkı dost olmamıza rağmen konuyla ilgili olarak ağzından hiçbir şey duymadığımı bugün gibi hatırlıyorum.
Heykeli teslim alan Prof. Dr. Ersin Doğer o günü şöyle anlatır. 1979 yılıydı. Fakülteye telefon geldi. Foçalı balıkçıların ağına iri bir cisim takılmış. Hemen atladım gittim. Baktık inceledik teslim aldık. İlk bakışta heykel olduğu anlaşılıyordu. Tek parça oluşu iyiydi. Bir bütün gibi yerde yatıyordu. Güzel olan da bu yanıydı. Yaptığımız değerlendirmelerde Koşan Atlet Heykeli’ni, İÖ 50’li yıllara tarihledik. Müzenin önemli eserlerinden biri olarak o tarihten beri İzmir Arkeolojik Müzesi’nde sergilenmektedir.
Ben de bu kıymetli eserleri akıl yolunu izleyerek bulan ve çalıp çırpmadan yurt dışına satmadan müzelere teslim eden Foçalı balıkçıları saygı ile anıyor ve yad ediyorum.
Kaynaklar:
Arkeolog Prof. Dr. Ersin Doğer ile Yapılan Telefon Görüşmesi
Bahri Kaptan (Dinner) ile yapılan Sözlü Söyleşi
Fazlı Dağlı (Hüseyin Kaptan Oğlu) ile yapılan Sözlü Söyleşi ve WhatsApp Kayıtları
Yekta Bey Torun (Necati Kaptan Oğlu) ile Yapılan Sözlü Söyleşi
Rakip Günay ( Kaptan Hasan Günay Oğlu) ile yapılan söyleşi